Bilim Kaynakları
Bilim, büyük bir entelektüel maceralardır. Bilim yapmak için, gözlemler neticesi elde edilen delillere dayalı, sıkı bir disiplin ile şekillenmiş canlı ve yaratıcı bir hayal gücü gerekir. Doğaya bilim yoluyla meydan okuyabilecek kadar gelişmiş her medeniyette, bilim en iyi beyinleri kendisine çekmiştir. Çünkü bilim, her ne kadar gerekli olsa da, gerçekleri basit olarak bir araya getirmek değildir; bilim, bu gerçekler arasında kurulan mantık ilişkilerinden meydana gelen ve bir varsayım veya bir teori ortaya koymaya imkan veren bir sistemidir. Bu teori, formüle edilmiş dönemin genel bakış acısıyla yoğrulmuştur. Teori, mantıklı düşünmeye alışkın beyinleri cezp edecek kadar sağlam, ileride ortaya çıkacak deliller ışığında gelişme ve düzeltmelere yer verecek kadar da açık olmalıdır. Eğer bu değişmeler, gittikçe daha karmaşık tecrübeler tarafından meydana getiriliyorsa; bilim, büyüyen ekonomik sebepler meydana getiriyorsa, bilim tarihi, genel tarihin bütün dalgalanmalarıyla ilgilenmek zorunda kalır.
BİLİMİN İLK ZAMANLARI
Bilimin alevi ilk defa on bin yıl öne, belki daha evvel, Orta Doğu’da parladı. Bilim, her ne kadar insanını bilgi özellikle, günlük yaşamını faydalı bilgileri toplamaya başlamasıyla doğmuş olsa da, doğuşundaki tek sebep bu değildi. Bitkilerin özellikleri kaydedildi. Bu bitkilerin arasında ilaç veya gıda olarak kullanılmayan, fakat yalnızca merak duyulduğu için tanımlanan bitkiler de bulunmaktaydı. Hayvanlar yakalandı ve sınıflandırıldı. Bu sınıflandırmaya ehlileştirilemeyen hayvanlar da dahil edildi. İhtiyaçlar da, zamanla ek bilgiler getirdi;ağır yüklerin nasıl kaldırılacağı bulundu; makaraları, palangalar ve tekerlek icat edildi, tarım teknikleri geliştirildi, hayvan derileri tabaklandı, dokuma icat edildi, çanak çömlek yapıldı ve bazı maddeler eritildi. Ara sıra zekice buluşlar da ortaya çıktı: manyok bitkisinin Orta Amerika’da ilk kullanılışı, bu buluşların dikkat çekici bir örneğidir. Bu bitki un, ekmek,tapyoka (nişasta), çamaşır kolası ve bir cins alkollü içki yapımında kullanılan toprakaltı yumruları için yetiştirilmekteydi. Ancak bu yumrular, doğal haldeyken zehirliydi. Bir cins siyanür olan bu zehir, yumruları rendeleme, sıkma ve ısıtma işlemleri sonunda atılmaktaydı. Orta Amerika yerileri bu durumu nasıl keşfetmişlerdi? Yumruların zehirli olduklarını fark etmek zor olması gerekti, fakat zehrin atılması ve kalan kısmın sadece yenebilir değil, aynı zamanda temel gıdı olarak kullanılabilir olduğunun anlaşılması, araştırıcı mantığın varlığın göstermektedir. Bu araştırıcı mantık, önceleri maddelerin birbirleriyle ilişkilerinde , sonda da daha genel fikirler ve teoriler arasında kuruldu.
Tarih öncesi dönemde insanoğlu, bitkisel ilaçların nasıl kullanıldığını keşfetti ve pek ilkel olan ilaç listesine, ara sıra başka maddeleri de ekledi. Ayrıca hayvanlar ilk defa MÖ 7000 civarında ehlileştirilmiş. Hayvanların üremeleri, hastalıklar,bunların tedavisi, kırık bacağı yerleştirme ve benzeri teknikler konusunda bilgi sahibiydi. Ebelik hizmeti de en eski tıp hizmetlerinden biriydi ve her ne kadar dini usul ve törenlerle ilişkili olsa da, tıpla ilgili en eski mesleklerden bir olmalıydı.

İlk hekimler , bitkisel ve hayvansal ilaçları kullanırdı. Ancak hizmeti bulunla sınırlı değildi. Hastasını ziyaret eden kötü ruhları kaçırmak için büyü yapar ve kehanette bulunurdu. Geleceği görmek için çeşitli kehanet şekilleri vardı. Bunlardan birisi de, hayvana kuvvetli bir karışım verip hayvanın yaşayıp yaşamadığına bakmaktı. Böylece, iyi ruhların hekimin saflarında olup olmadığı, hekimin yaptığı büyünün başarılı olup olmayacağı veya kullandığı otları değiştirmenin gerekip gerekmeyeceği anlaşılırdı.

İlkel tedavi yöntemlerinin en şaşırtıcılarından birsi, “trepanasyon” adı verilen cerrahi uygulamadır. Kafatasına delik açma işlemi olan trepanasyonun niçin yapıldığı konusunda ancak tahmin yürütebiliriz; bu uygulama, belki çarpma neticesinde oluşan basıncı hafifletmek, beklide kötü ruhları kovmak için yapılmaktaydı. Kemiğin taş ile delinmesi uzun ve acılı bir işlem olduğundan hastaya muhtemelen bir cins bitkisel uyuşturucu veya yüksek dozda alkol verilirdir.
Sayıların çok çeşitli şeylere uygulanabileceği çok erken dönemlerden itibarın fark edilmiş olmalıydı. İnsan bir birey idi, “bir”; bir ağzı, bir burnu , bir başı ve bir vücudu vardı. Aynı zamanda iki gözü, iki kulağı, iki kolu, iki bacağı vardı, iki çeşit cinsiyet vardı ve bu bir “iki”likti. Sıcak ve soğuk, kuru ve ıslak, karanlık ve aydınlık gibi özellikler vardı. Aile, erkek, eş ve bir çocuk “üç”lü birlik oluştururdu. Üç ayaklı tabure de, “üç”lü meydana getirdi. Baş parmak ve diğer dört parmak ile elimiz “bir” idi,”tek” idi (el, başparmak). Fakat, başparmak ve dışındaki parmaklar “dört” taneydi, “bir”lerden meydana gelen dörtlüydü; başparmak ve parmaklar beraberce “beş” yani “ dört” ve “bir” ediyordu. Böylece aritmetiğin temelleri atıldı.
Bütün bunlar kulağa hoş gelmektedir ana sadece tahmine dayanmaktadır. Mezopotamya’da erken dönemlerden itibaren açılar ölçülmüş ve MÖ ikinci binde Stonehenge inşa edilirken açılar kullanılmış olmakla birlikte, insanının açıları ilk defa ne zaman ölçtüğü bilinmemektedir. Ay’ın yıldızların konumları, tarih öncesi insanı için çok önemliydi ve bu konumları tespit etmek açıları ölçmek demekti, ayrıca geceleri gökyüzünü seyretmiş ve bunu hem merakla hem de biraz korkarak yapmış olmalıydılar.
Ayın hareketleri de çok ilgi çekiciydi. Ay, yıldızları gibi yalnızca doğup batmıyordu; önceleri ince bir hilal iken daha sonra büyümekte; gökyüzünde bir küre şeklini almakta ve tekrar küçülmekteydi. Diğer taraftan, evresi 29,5 günden fazla sürmediği için, mükemmel bir zaman göstergesiydi. Nitekim, ilk takvimlerin hepsi Ay”ın hareketinin esas almıştı. Yıldızları hayvanlara, kahramanlar veya tanrılar benzeyen kümeler halinde toplamak. Bunlardan başka, gökyüzünde zaman zaman beliren yıldızlar da vardı ki, bugün bunlar gezegen veya planet (planet kelimesi Yunanca “gezgin” anlamındaki bir kelimeden türemiştir) olarak bilinmektedir. Gezegenlerin görünürdeki bu düzensiz hareketleri, tarih öncesi astronomları için muhtemelen merak kaynağı olmuştu; bu hareketler, daha sonraları bilimsel araştırmaları kamçılayan kuvvetli bir faktör olacaktı.
ESKİ MISIR’ DA BİLİM
MÖ 4000ile 3000 yılları arasında Neolitik yani Cilalı Taş Devri kültürü Mezopotamya ( bugünkü Batı ve Güneybatı Irak) ve Mısır’a tamamen yerleşmişti. İlk düzenli şehir ve devletler bu bölgelerde kuruldu. Mısır kuzeyde deniz, diğer sınırlarında çöl ile çevrelenmiş bir adaya benziyor ve tam anlamıyla dışarıya kapalı ve içe dönüktü. O yüzden bilimle uğraşmışlardır.
Eski Mısır’da Astronomi

Gökyüzü, eski Mısır’ın rahip-astronomlar için pratik faydası olan bir araçtı: zamanı tayin etmek için gökyüzüne başvururlardı. Güneşin gökyüzündeki yıl boyu süren hareketini belirlemede takım yıldızlar kullanılırdı. Mısırlılar son derece yeterli bir takvim icat etmişlerdi. Bu takvim astronomi bakımından fazla gelişmemiş olsa bile, eskiçağların en ileri resmi takvimiydi.
Eski Mısır’ da Matematik
Eski Mısır astronomisi esas itibariyle zaman ölçümüyle ilgilendiği gibi, eski Mısır matematiği de aritmetik, özellikle uygulamalı aritmetikle sınırlıydı. Matematikte ve geometride genel bir teori bulunmuyordu. İlgi, yalnızca sayma, toplama, çıkarma, çarpma ve bölme işlemleri üzerinde yoğunlaşmıştı ve yönetimde görevli katiplerin karşılaştıkları cinsten problemler için uyarlanmıştı. Temelde iki sayı ile çarpım cetvellerine, herhangi bir sayının üçte ikisini bulma becerisine dayanmaktaydı. Sayılar için değişik semboller vardı, bizdeki gibi bir çizgi boyunca sıralanmış değildi. Fakat onlarda bizim gibi on tabanlı sayma sistemini kullanıyorlardı. Mesela: çıkarma işlemi için “9’dan 5’i çıkarmak” yerine “5’e ne eklesek 9 eder” şeklindeydi.
Çarpma işlemi için yalnızca iki ile çarpım cetveline ihtiyaç vardı. Böylece, 8’i 7 ile çarpmak için katip şöyle yazmalıydı:
1 8
2 16
4 32
7 56
Çarpma işlemi, 10’un katları ve 1/10 ile de yapılmaktadır. 1/21 veya 1/17 gibi sayıları birbirleriyle çarpmak içinde kurallar vardır. Kesirlerin toplanmasına gelince onları içinde hazır cetveller hazırlamışlardır. 2/3 kesri hariç, her zaman ve yalnızca birim kesirleri(1/2, 1/3, 1/4, 1/5) gibi kullanmışlardır. Bölme işlemi, çıkarma işlemine benzer şekilde yapılmakta ve sonuca ulaşmak için iki ile çarpım cetvelleri kullanılmaktadır. Yani her zaman işlemlerde kolaylık sağlayacak hazır cetveller bulunmaktadır.
Geometriye gelince, ulaşılmak istenen sonuçlar tamamıyla pratik sonuçlardı arazi ölçümü (yer ölçüm, mesaha) yapan memurlar, araziyi paylaştırmak ve dik açılar ölçmek istedikleri zaman “3-4-5 kuralı”nı kullanırlardı: kenarları 3,4,5 birim olan ve ipten yapılmış bir üçgen vasıtasıyla bir dik açı çizerlerdi. Bu , Pithagoras teoreminin özel şıkkıydı. Genel teorem Mısır’da bilinmemekteydi. Bazı yapılar inşa etmek için, Mısırlıların pi değerini, yani bir dairenin çapına oranını bilmeleri gerektiği ileri sürülmüştür. Ancak pratik amaçlar söz konusu olduğunda bu değer, yerde yuvarlanan bir diskin bıraktığı iz uzunluğunun ölçülmesiyle elde edilebilirdi ve Mısırlıların bu matematik oranı hesaplamış olduklarına dair delil bulunmamaktadır.
Eski Mısır’da Tıp
Mısırlılar mahir cerrah oldukları gibi, Mısırlı dişçiler de apseleri akıtıp boşaltmaktaydılar. Diş için altın dolgular hali vakti yerinde olan insanlara yapılmaktadır ve bütün bunlar 3. sülale zamanında yapılmaktadır. Tenhit işlemini uygulayan Mısırlılar, bu uygulama sayesinde insan anatomisi hakkında muhtemelen önemli miktarda bilgi toplamışlardı. Cesedin bütün kısımlarını bozulmadan saklama, ölümden sonra hayat olduğuna inanan bir toplum için ciddi bir işti. Başlangıçta, en gelişmiş tahnit yöntemleri hanedana mensup kişilere uygulanmaktaydı ve bir miktar cerrahi operasyon içermektedir. Şöyle ki: beyin, bağırsaklar ve diğer yaşamsal organlar çıkarılıp alınmakta, bunlar şarap içinde yıkandıktan sonra otlarla birlikte kaymaktaşında yapılmış küplere yerleştirilmekteydi. Ceset oyuklar, güzel kokular, hoş kokulu reçineler ile doldurulmakta ve ceset dikilmekteydi. Bu işlemi takiben, ceset güherçile içine daldırılarak yetmiş gün burada bırakılmakta ve sonra yıkanarak, bir cins zamklı malzemeye batırılmış sargılar ile sarılmaktaydı. Nihayet, ceset lahid içine yerleştirilmekte ve mühürlenmekteydi. Çok daha basit bir metot, cesede sedir yağı şırınga edilir, yetmiş gün güherçile içinde bıraktıktan sonra çözeltiden çıkarıp sadece deri ve kemikler kalacak şekilde yağı ve etli parçaları çekip almaktı. İlk iki yöntemi uygulayan tahnitçiler, insan vücudunu ve kısımların çok iyi öğrendikleri gibi, cerrahi deneyim yanında önemli miktarda anatomi bilgisi de elde etmişlerdi.
ESKİ MEZOPOTAMYA’DA BİLİM
Yazının İcadı
Yazının icadı, soyut bilimin gelişmesinde ve yayılmasında son derece etkili olmuştur. Kil tabletlere yazabilmek için uygun özel işaretler icat ederek, dilin gelişmesini ilk sağlayanların Sümerler olduğu zannedilmektedir. Bu cins en eski kayıtların, ilk Sümer medeniyetinin rahipleri tarafından tutulmuş olduğu tahmin edilmektedir. Tapınakta yapılan bu hesaplamaları içeren bir tablet, teslim edilen malzemenin makbuzu niteliğindedir. Çin yazısının ilk şekli gibi, ilk Mısır hiyeroglifleri de sembolleştirilmiş resim veya resim-yazılardan meydana gelen bir yazı türüydü. Seslerin konuşmada nesneleri temsil etmesi gibi, resim-semboller de nesneleri temsil etmekteydi. Sümerler, resim-semboller ile sesler arasında bir fark gözetmemişlerdi, bu da çok dahice bir düşünceydi. Daha sonra, başlangıçtaki resim-sembollerin kullanımının sınırlı olduğu anlaşılınca, yazılı kelime hazinesini çoğaltmak için bunların semboller biraz değiştirildi. Sümerler, bu değişikliği fazladan çizgiler ilave ederek sağladılar. Zamanla, heceleri temsil eden yaklaşık 2000 işaret ortaya çıktı. Halbuki Mısır’da Orta Krallık döneminde sadece 732 işaret mevcuttu. Yazının, yavaş yavaş daha yaygın olarak kullanılmaya başlamasıyla, semboller cisimleri değil yalnızca sesleri temsil etmeye başladı. Böylece, tek bir sembol, benzer seslere sahip bir çok kelimeyi örneğin gül(çiçek) ve gül(gülmekten emir) gibi eşseslileri temsil edebilmekteydi. Sembollerin ifade alanı artmakla birlikte, özellikle tek heceli ve dilde bu durum karışıklığa neden oldu. Meselenin üstesinden gelmek ve belli bir anlama işaret etmek için örjinal sembolün önüne ve arkasına başka semboller yerleştirildi. Söz konusu cismin ne tür bir cisim olduğunu belirtmek için, ses sembolünün önüne o cismi temsil eden bir sembol-örneğin “odun” sembolü- koymak mümkündü. Günlük işlerde genellikle kil tabletler kullanılmaktaydı. Başlangıçta, keskin uçlu kamışlardan faydalanılırdı. Ancak, çamur üzerine eğriler çizmek kolay değildi ve zamanla katipler, kamışların uçlarını keskiye benzer şekilde yontmaya başladılar. Böylece “sağ” gibi bir hece, resim-yazıda önceleri kafa şeklinde gösterilirken, yavaş yavaş çivi şeklindeki işaretler kümesi haline geldi.
Mezopotamya da Tıp
Rahatsızlığı tedavi etmek veya hastalığı iyileştirmek için bilimsel yöntemler yanında büyü de kullanılmaktaydı. Hekim, bir taraftan tıbbı ilaçları uygularken diğer taraftan da elde edeceği muhtemel başarıyı önceden görmek için kehanete başvurmaktaydı. Bu yüzden Mezopotamya tıbbı, büyü ve kehaneti de içine almaktadır. Bitkisel drogları, özellikle kök, sap, meyve ve yaprakları ilaç olarak kullanmışlardı. Ancak belli bir hastalık için tavsiye edilen ilacın hangisi olduğunu kesin olarak tespit etmek zordu. Ancak, hidrofiziyi, hummayı, fıtığı, uyuzu, cüzamı, ve bazı deri hastalıklarını tanıdıkları gibi, saçları, boğazı, akciğerleri ve mideyi etkileyen hastalıkları da bilmekteydiler. Bunları tedavi edecek ilaçları da vardı. İlaçla tedavide yalnızca bitkisel ilaçlar değil, şap, öğütülmüş taşlar ve tuz gibi mineraller yanında, hayvanların bazı kısımlarını içeren ilaçlar da tavsiye edilmekteydi. 7,3,21 sihirli olduğuna inandıkları sayılardı. Yaptıkları tedavilerde kullandıkları dozları bu rakamlar doğrultusunda ayarlamışlardır. Kanın önemini fark etmiş oldukları bilinmektedir: kan, hayat demektir. Bir insan kan kaybettiğinde güçsüzleşmekte, çok kan kaybettiğinde ise ölmektedir, bunu çok iyi gözlemlemişlerdir. Karaciğere çok önem verilmesinin nedeni bütün organlar içinde en çok kan taşıyan organ olmasındandır. Tam emin olunamamakla birlikte Babilliler, hastalıkların bir insandan diğerine bulaşabileceğinin farkına varmış gibi görünmektedirler. İncil’de yer alan ve bulaşıcı hastalıklara yakalanmış kişilerin ve eşyaların, diğer insanlardan ayrı tutulması gerektiği şeklindeki emrin Babil’den kaynaklanmış olması mümkündür.
Mezopotamyalıların Biyoloji ve Coğrafya Bilgileri
Mezopotamyalıların hayvan türleri hakkında önemli miktarda bilgi topladıklarını tahmin etmekteyiz. Babil döneminde -eğer daha önce değilse- sistematik bir sınıflandırma yapmayı deneyerek, değişik türden hayvanlar arasındaki karışıklığa bi düzen getirmeye çalışmışlardı. MÖ 1910 Fırat üzerinde yer alan Larsa’ da ki balık pazarında otuz kadar değişik tür balık satıldığı bilinmektedir. Elimizdeki çivi yazılı tabletlerde yüzlerce çeşit hayvanın Sümerce ve Akadca isimlerin veren listeler mevcuttur. Başka tabletlerde ise 250’den fazla değişik bitki hakkında ayrıntılı bilgi verilmektedir ve sınıflandırma yapılmaktadır. Hayvanlar balıklara ve suda yaşayan diğer hayvanlara ayrıldığı gibi, yılanlar, kuşlar ve dört ayaklı hayvanlar arasında da bir tasnif yapılmıştır. Büyük guruplar ayrıntılı incelenmiş: bir alt grup içinde köpek, sırtlan ve arslan, bir diğerinde ise deve, at ve eşek bulunmaktadır. Bitkiler de, ağaçla, tahıllar, otla, baharatlar, ve tıbbi bitkiler olarak sınıflandırılmış, meyveleri birbirine benzeyen elma ve incir gibi ağaçları da aynı sınıfta toplamışlardır.
Ticaret, Ölçüler ve Tartılar
Ticaret ve alışveriş, resmi para sistemi olmaksızın yürütülmekteydi. Değerli metal parçaları takasla ve yüksek kazanç getiren tefecilikle yürütülmektedir. Sümerler çok erken dönemlerden itibaren ölçü ve tartı sistemi kurmuşlardı. Uzunluk ölçü birimlerinin tespitinde eller ve el ayaları, parmaklar ve ayaklar kullanılmıştır. Mısırlılar, iki çeşit arış (cubit) kullanmaktaydı. Birisi yedi ‘aya’lık kraliyet arışı, diğeri ise altı ‘aya’lık kısa arış idi. Sümerlerde 495 milimetrelik tek bir arış vardı ve uzunluğu, Mısır’da kullanılan iki farklı arışın uzunlukları arasında yer almaktaydı.
Tartma işlemi ilk defa ticaretle değil, altın tozu miktarını ölçmek için kullanılmıştır. Ağırlık ölçme temel birimi (şekel) idi. Şekel, Sümer ülkesinde 8,36 grama (129 tahıl tanesine) eş değerdir. Şekel’ den daha büyük bir birim 502 gram gelen (mina) idi; şekel’ den 60 kat daha ağırdı. Sümer ülkesinde hacim ölçüsü birimi 541 cm³ lük log idi.
Mezopotamya'da Astronomi
Yer bir çeşit ters önmüş saz kayak şeklindeydi ve kıyıları tuzlu denize uzanmaktaydı. Üzerinde, hiçbir zaman erişilemeyen büyük bir kubbe olan gökyüzü yer almaktaydı. Gılgamış destanında tüm gök kubbe, her biri bir değerli taştan yapılmış üç ayrı tabakadan oluşmuştur. Bu üç tabaka: tanrıların bulunduğu dağlar, insanların yaşadığı düz ve alçak araziler, ölülerin yer arlığı toprak altı. Yağmurun gökte depolandığı ve gökyüzündeki delikle açıldığında aşağıya bırakıldığı fikri de İncil’ de yer almaktadır. Güneş ise gündüzleri gökyüzünde hareket eder, geceleri ise yer’in alt kısmına geçerdi. Ay’ın hareketleri de böyleydi. Ay’ın evrelerine gelince, evreler ile Güneş’in konumu arasında ilişki kurmuş ve böylece, Ay’ın parlaklığını Güneş ışığının yansımasında ibaret olduğunu anlamışlardı. Mezopotamyalılar yıldızları takım yıldızlar halinde düzenlemişler ve onlara, mevsimlere göre değişik görüntüler yakıştırmışlardı. Ayrıca gezegenlerin hareketlerini ayrıntılı olarak incelemiş ve gezegen görüngelerinin ekliptiğin( Güneş’in mevsime göre değişen görünür yörüngesi) yakınından geçtiğini gözlemlemişlerdi. Gezegenler üzerinde ki bu çalışma, ileride önemli sonuçlar doğuracaktı. Geceleri en parlak yıldız olan Jüpiter, akşamları ve sabahları erken görünen Venüs çok ilgilerini çekmiştir. Akan yıldızlar ve kuyruklu yıldızlar gibi diğer gökyüzü olayları yanında Güneş ve Ay tutulmaları da gözlemlenip kaydedilmekteydi. Gözlemler çoğu kez zigguratın tepesinde yapılmaktaydı. Sümerlerde senenin 360 gün olduğunu düşünmüşlerdi: günü gündüz için 3, gece için 3 olmak üzere 6 kısma bölmüşler, yani günü 4 saatlik parçalara ayırmışlardı. Gündüz ve gece uzunluklarının mevsimlere göre farklılık göstermesi yüzünden eşitsizlik olmuş ve bunu da günü 30 giş’lik birbirine eşit 12 kısma ayırdılar. Ay takvimi ise Ay’ın evrelerine bağlı olarak 30 veya 29 günlük ayların düzenli olarak peş peşe sıralanmasından oluşmaktaydı. Bu takvimde ki 12 ay, toplam olarak 354 gün etmekteydi. Ay takvimi ile mevsimler arasındaki uyumu sağlamak için, ihtiyaç duyulduğunda araya fazladan bir ay eklenmekteydi.
Keltler de gezegenlerin gelecekteki hareketleri hakkında kehanette bulunabilmek veya bunları “önceden haber verebilmek” için bunların geçmişteki hareketlerini veren ayrıntılı cetveller düzenlemişlerdir. Metotları, hareketin zamanla değişmesine dayanarak, gezegenlerin yolunu nasıl işaretlediğini gösterin bir diyagram ile kolayca anlaşılır. Güneş’in hareketlerini önceden belirleme yolundaki ilk teşebbüsleri, Güneş’in iki farklı hızda hareket ettiği(kışın hızlı, yazın daha yavaş) varsayımına dayanmaktadır.